DİYARBAKIR’DAN NOTLAR

Yard. Doç. Dr. Cengiz Aydın

Tam tamına elli bir çalışma yılı... Dile kolay. Bu uzun yılların ilk beş yılı Diyarbakır İlk Öğretmen Okulu’nda geçti. Samimiyetle söylemeliyim ki, unutamadığım, yaşamımdaki önemli yeri hiç değişmeyen beş yıl oldu. Öğretmen okullarında spor ve sanat derslerinin önemi, haftalık ders yükünden (saatinden) anlaşılıyor. Liseler Spor Akademisi, Spor Yüksek Okulları ve konservatuar hocalığım. Tümü de başarılarla dolu güzel yıllar. Ama ilk göz ağrısı Diyarbakır İlk Öğretmen Okulu Öğretmenliği. Beş yıllık anılarımı yazsam inanın bir kitap olur. Nereden başlayayım? Hadi birkaç ilkle başlayayım.

İlk Şaşkınlığım:

Okulda ilk günüm. Akşamüstü Arif Hoca, “Şöyle bir Fis Kayası’ndan Dicle’ye bakalım, ”dedi. Dağ Kapı’dan koleje doğru yürüdük. Kolejle, Eğitim Enstitüsü’nün arasından aşağıda kalan Dicle’ye bakıyoruz. Gerçekten olağan üstü bir görüntü. Tek kelimeyle müthiş bir vadi. Adeta uçaktan bakar gibi.“Vay be” demez miyim... Hoca Diyarbakırlı ve en kıdemlimiz olarak “Hayrola?” dedi. “Yahu ne kadar çok koyun var orada, ırmak kenarında kumda yatıyorlar,” dememle, hocalar gülümsedi ve yine Arif Pınar Hoca onların koyun değil, Diyarbakır karpuzu olduğunu, kum, su ve güvercin gübresiyle yetiştirildiğinden, her birisinin 30-40 kg. geldiğini söyledi.

İlk yıl ve ilk antrenman:

Futbol takımını okulun arkasında yer alan askeri birliğin çayırına götürdüm. Küçük çocuklar alanın orta kısmında top oynuyorlardı. Bana yakın olana, “Küçük, oğlum biraz kenara kayın, bizde oynayalım,”dedim. Çocuk ellerini beline koydu ve diklendi. “Sen kime oğlum diyorsun? “ demez mi? “Ben sana diyorum,” dedim. Öğrencilerimden birisi, “Çekilin lan, öğretmenimiz size hemen buradan çekilin diyor, dayak yemeden gidin,” dedi. Öğrencilerim bununla da yetinmediler, “öğretmenim bunları tamamen atalım gitsinler,” dediler. “ Tamam çocuklar, önemli değil,” dedim ve dersimi aldım. Bundan sonra ‘oğlum’ sözcüğü yerine, özenle ‘çocuklar’ sözcüğünü          dilime yerleştirdim.

Veliden ihtar :

Yine bir gün öğrencilerimden birisinin annesi tarafından arandım. Ders arası öğretmenler odasındayız.

Kapı açıldı, içeri ^yöresel kıyafetli; bir hanım girdi. “Taklak öğretmeni kim?” dedi ve bize baktı. Bizde ses yok, birden bana doğru yürüdü, “taklak öğretmeni sen sin” dedi. Takla attıran öğretmenin benim olduğuma karar vermişti. “Peki nereden bildin benim olduğumu?” dedim, “giydiğin elbiseden,” dedi. Eşofmanlarımdan anlamış. “Buyurun,” dahi dememi beklemeden, “Sen benim oğlumun sigarasına karışamazsın, sana ne, sen          onu     okut yeter. Gerisini bize bırak, ona babası karışır. Ona sigara içmeyi babası öğretti. Erkek adamın erkek oğlu olur. Hem sigara parasını sen mi veriyorsun,” dedi. Öğretmen arkadaşlardan da benden de çıt yok, hepsi bizi dinliyorlardı. Hanım, tekrar, “Sana ne benim oğlumun sigarasından,” dedi. Bıraksam devam edecekti. “Bir dakika, sigara sağlığa zararlı,” dedim. “Sigara sağlığa zararlı diyorsun da bak hocalar da içiyor,” dedi. Belki de sen de içiyorsun diyecekti. Onun konuşmasına fırsat vermeden, “o daha küçük bizim gibi büyüsün, öğretmen olsun, o zaman, isterse içer. Ayrıca okulda sigara içmek yasak. Babasına da söyle, ben onu bir daha sigara içerken görmeyeyim, görürsem cezalandırım,” dedim. Sözüm daha bitmeden, dönüp söylenerek çıktı ve hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Taklak öğretmeni ben de yine takla attırmak için, sahaya derse gittim.

Derste 1/A sınıfına uzun kasadan açık atlama hareketini yaptırıyorum. Yanda da kız öğrencilerimiz.  Ayten ablayla ders yapıyorlar. Ders bitti, öğretmenler odasına giderken Ayten abla “Cengiz, dikkat ettim sen her öğrenciyle en az iki kere kasadan atlama yaptın. Sen evine gittiğinde merdivenleri nasıl çıkıyorsun. Bu kadar tekrarı uzun yıllar yapamazsın, aklını başına al, birkaç tekrardan sonra yapan yapsın,” dedi. “Olur abla,” dedim ona ama yine ben aynen devam. Her derste 30 çarpı 3 sınıf, 90 kişi çarpı 2= 180 atlamaya devam. Zamanla anladım ki, Beden Eğitim öğretmeninin en verimli yılları ilk seneler. Yıllar geçtikçe uygulama derslerinde performans düşüyor.

Sportif Oyunlardaki başarımızın yanı sıra Halk Oyunları çalışmalarımızda önemli bir zaman değerlendirme etkinliği olmuştu. Okulun ekibi Bayramlarda ve kuruluş yıldönümlerinde sahne alıyor ve bende zaman zaman onlarla birlikte oynuyordum. Diyarbakır’ın ilk kız Halk Oyunları ekibini 1963’te oluşturduk. Kız Ekibimiz seçmeye gelen Şerif Baykurt Hoca tarafından çok beğenildi ve Yapı Kredi Bankası’nm İstanbul finallerine davet edildi. Ekibin çoğunluğunu oluşturan son sınıfların sınavlarıyla yarışma tarihlerinin çakışması nedeniyle finale katılamadık.1962 yılında Yüz öğrencinin Ege Zeybek Oyunlarıyla 19 Mayıs’ta yaptıkları gösteri Diyarbakır’da olay olmuştu. Coşkuyla alkışlayanlardan bazılarının ağladığını gördüm. O anları hala anımsıyorum. Öğrencilerime verdiğim emeğin karşılığını almıştım. Bu olumlu tepki okulumuzun tüm öğretmen, öğrenci ve velilerini mutlu etmişti. Okullarda Beden Eğitimi Öğretmeni, aynı zamanda Sportif yarışmalarında yöneticisi, antrenörü1 olarak yer alır. Basket atışı, penaltı yarışı, gülle atışı, güreş ve koşu gibi. Ben prensip olarak öğrenciyle yarışa hiç girmedim. Onlarla oynadım ama yarışmadım. Yılda birkaç kez, okulumuzun öğretmenleriyle dışarıda yemek yiyorduk. Bu yemeklerin birisinin sonunda, Ambar Memurumuz Yılmaz Çakın’ın ‘yarışalım’ teklifi üzerine koşmaya karar verdik. Saat 24:00. Dilan Sineması’nın köşesinden Elazığ’a doğru iki yüz metre yarışacaktık. Yol bomboştu, seyircimiz yoktu. Arkadaşlar hakem, Müdürümüz Rahmi Gemici Baş Hakem yola çıktık. Müzik Öğretmenimiz Fikret Uçar çıkışı verdi ve 25 mt. sonra Yılmaz’m ayak seslerini duymaz oldum. Yılmaz Lefterle futbol oynamıştı ama,   ben de okulun atletizm takımında yer alan birisiydim. “Sen neden bana bu teklifi yaptın? “diye sorduğumda, “Basket sahasında Mustafa’yı yakalayamadm ama  iyi koşuyormuşsun,” demez mi.

Mustafa Acar birinci sınıfta 16 yaşında küçük bir öğrenci. Basketbol oynuyorlardı, biz de eşim, Ülkü Hoca ve birkaç arkadaş seyrediyorduk. Ne oldu bilmiyorum ama Mustafa arkadaşına, “topu bana at!” diye küfürle bağırdı. Ben koştum ve beni görür görmez yatakhane binasının arkasına fırladı. Yıllar sonra Mustafa’yı gördüğümde bana, “Hocam ben o olaydan sonra özellikle hanımların yanında bir daha hiç küfürlü konuşmadım. O olay bana ders oldu,” dedi. Sevgili Mustafa’m, benim asıl amacım da bu idi zaten.

Seni belki yakalardım ama amacım seni bir daha bunu yapmaman için korkutmaktı sadece. O kadar insanın içinde sana başka bir ceza vermezdim. Ve ben öğretmenlik hayatım boyunca hep böyle davrandım. Eğitimin amacı da bu değil mi?

Son anıyla bitirelim. Sene 2014... Telefonda Yusufun sesi kadar olmasa da, hatırı sayılır, davudi bir ses. “Hocam Cengiz Aydınla mı görüşüyorum?” “Evet.” “Hocam ben Mustafa Acar, yanımda Hüseyin Gedik var. Diyarbakır Öğretmen Okulu öğrencilerinizden... Sizinle görüşmek istiyoruz.” Benden, “Olur, tabii, sevinirim,” sözcükleri arka arkaya döküldü. “Ne zaman, nerede hocam?” Ben, “Yarın,” dedim. Yıllarca emek vererek oluşturduğum, Ege Üniversitesi Etnografya Müzesi’nde buluşmayı öneriyorum. “Yarın olmaz, bize bir yer söyleyin, hemen gelelim,"dediler. Onları kırar mıyım. Evime yakın bir Pastane’de buluştuk. Bir baktım, benim gibi iki beyaz saçlı delikanlı geliyor. Gerçekten şaşırmıştım ve ayağa kalkıp onları karşıladım. 52 yıl sonra hasret giderdik.

Diyarbakır hatıraları bitmek bilmedi. O günden bugüne, Mustafa'nın bürosunda sıkça bir araya geliyoruz. Bu arada Zeki Duman’m katılımıyla grup üçlendi. Zaman zaman İbrahim Demir’de bize katılıyor. İstanbul’dan Yusuf Savaş ve Ali İhsan Cınkla, Mersin’den Zafer Dölekoğlu yılda bir iki kez de olsa İzmir’e geliyorlar.

8 yıldır kapalı kalan bir kapının açılışını sağlayan bu çok değerli öğretmen öğrencilerim benim tekrar eski anılarımı 58 yıldır kapalı kalan bir kapının açılışını sağlayan bu çok yaşamama, günlerimin daha dolu ve ve anlamlı geçmesine neden oldular. Ayrıca Muğla’da buluşmamızı sağlayan arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyorum. Bu arada Yusuf’un bu yazının altına bir şiir eklemesi isteğiyle sizlere sağlıklı yıllar diliyorum.

 

NASIL

 (Hocam Dr. Cengiz Aydın için…) 

Bir gecede anladım yanıldığımı

en güç sevmeleri kolay bilerek

karanlıkta gittikçe ufaldığımı

bir gecede anladım yanıldığımı

sevmeler kursağımda zehir-zemberek!

 

Bizdik bir yoklukta aşkı tüketen,

bir gözdü bize bakan, binlerce sandık

oysa en candan, belki de en yürekten

bizdik bir yoklukta aşkı tüketen

aydınlığına güneşin nasıl inandık?

YUSUF SAVAŞ

(Bu şiir, 1965 Varlık Yıllığı’nda yayımlanmıştır.)

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile

Ek bilgiler