- Detaylar
- Gösterim: 5574
KURA
Prof. Dr. Zafer Gençaydın
Eskilerin, en kutsalının öğretmenlik olduğunu vurgulamak için Antik Çağ düşünürlerinden birinin, “Tanrı' yere inse ve bir meslek seçmesi gerekseydi öğretmenliği seçerdi” dediğini, henüz on iki yaşındayken Akçadağ Köy Enstitüsüne yazıldığımda duymuş ve yazı dersinde “blok” olarak bile yazmıştım. Ve 1959 yılında ilk öğretmen okulunu bitirene dek bu heyecanla dolu olarak yetiştirildik. Gerçekten günümüzde Tanrının öğretmenliği seçip seçmeyeceği bilinemez ama aradan yarım yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine karşın insanın öğrencileri tarafından hiç soğumamış saygı ve okul yıllarındaki öğrenci sesinin sıcaklığıyla aranmasından daha gönendirici bir duygu olamaz sanırım.
Dile kolay, aradan elli iki yıl geçmiş! Geçen bu zamanın “hayali cihan değer” mi değmez mi bilemiyorum ama yeter ki yetiştirmekle yükümlü olduğumuz, toplum mimarları olması gereken, o zamanın öğretmen adayları, bugünün ise artık emekliye ayrılmış eğitim emekçilerine karşı görev ve sorumluluklarımızı yerine getirebilmiş olma konusundaki çabalarımız boşa gitmemiş olsun.
Öğretmenlikte değil ama-sanat eğitimciliğimde “ilk göz ağrım” olan Diyarbakır Erkek İlköğretmen Okuluna atanışımın, gençlik romantizmi ve öğretirken öğrenme tutkusuyla kanatlanan, heyecan yüklü öyküsünü bugünkü gibi anımsıyorum.
Her biri sanat tarihinin ünlü ressamlarından biriyle özdeşleşen Resim İş Bölümü öğrencileri olarak, eğitim tarihimizde efsanevi bir yeri olan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün o olağanüstü ortamında güzel bir rüya gibi geçen üç yıllık eğitimin sonundaki diploma töreni ve mezuniyet yemeğinin ardından sıra atama kuralarının çekilmesine gelmişti. Okulu bitirmenin sevinci yanında nereye atanacağımızı herkesin gözler önünde kendi ellerimizle belirleme heyecanı hepimizi nasıl da sarmıştı ki, sormayın! Önce, bölüm öğretmenler kurulunca liyakata göre belirlenerek öğretmen okullarına atanacak olanlar kuralarını çekeceklerdi.
Milli Eğitim Bakanlığı temsilcisinin bulunduğu odada -tam olarak anımsamıyorum ama ya kitaplık ya da derslikteydi- sabırsızlıkla sıramızı bekliyorduk. Adım okununca, Edirne’den Van’a, tüm öğretmen okullarının adları bir şerit gibi aklımdan geçerken, belki de Azeri türkülerini çok sevmem nedeniyle, bilinçaltıma yerleşmiş olan Kars-Cılavuz İlköğretmen Okulu’nu çekeceğim duygusuna kapılmıştım. Elimi daldırdım sepete ve okul adlarının yazılı olduğu rulolan- mış kâğıtları bir güzel karıştırdıktan sonra birini alıp açtım: Diyarbakır Erkek İlköğretmen Okulu.
Hani, akla gelen başa gelir derler ya. Benim ise aklıma gelmeyen başıma gelmişti. Her nedense yıllarca öğrencilik anılarını paylaştığım çocukluk arkadaşlarımdan birçoğunun okuduğu, memleketimin hemen bitişiğindeki Diyarbakır hiç, ama hiç aklıma gelmemişti. Böylece yetiştiğim küçük bir Doğu Anadolu kasabasından öteye ilk kez geçiyor olacak, “Doğunun Parisi”ne, ve arkadaşlarımın okuduğu okula gidecektim. Oysa, yaz güneşinin beş dakikada yumurtayı pişirdiği ve - tevatür de olsa- belediyece para karşılığında akrep toplama seferberliğinin yapıldığı, seksen kiloluk karpuzların yetiştiği ve su sızdıran ünlü testileriyle, çocuk aklımda yer etmiş bir kentti Diyarbakır.
1965’in Temmuz ayı ortalarında göreve başladığımda, naklen ataması yapılmış ama henüz ilişiğini kesmemiş olan ve Varlık dergisinde yayımlanan güzel desenlerinden tanıdığım Sayın Halis Biçer’le halef-selef olmam benim için mutlu bir rastlantıydı. Birlikte görev yaptığımız kısa süre içerisinde gösterdiği meslektaş dayanışmasının çok ötesindeki sıcak ilgi ve desteğinin benim için son derece önemli bir rehberlik değeri taşıdığını özellikle vurgulamak isterim: okulu, kenti ve yakın çevreyi tanıyıp kısa sürede uyum sağlayabilmem onun önderliğiyle olmuştur. Dağkapı’da, Orduevi ile rakı fabrikası arasında konumlanmış olan ve tarihi Diyarbakır surlarına bakan iki katlı okul binası küçük sayılabilecek bahçesine hemencecik ısınıvermis ve dört gözle okulun açılmasını beklemeye başlamıştım. Bir yandan da tarih kokan masalsı havasıyla kenti ve yakın çevresini tanımaya çalışıyordum. Neolitik Çağdan bu yana beşiğinde nice uygarlıkları doyurmuş, beş kilometrelik tarihi surla çevrili kentin önünden akarak Basra Körfezi’ne dek uzanırken binlerce yıldır sömürülen Mezopotamya topraklarına can veren Dicle’yle akrabaydım sanki. Fırat-Karasu kıyısında yaşadığım çocukluk anılarımı çağrıştıran Fis Kayası’nın kucakladığı kumsal topraklı bostan(karpuz) tarlaları, korkuluklar, bahçeler, bükler, şişirilmiş tuluklarla yüzdürülen derme çatma kelekler vs. hiç de yabancı olmayan görüntüler olmasının yanında çok da resimsel buluyordum.
Bütünleme sınavlarının ardından dersler başladığında, eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, çoğunluğunu yatılı erkek öğrenciler olmak üzere gündüzlü kız öğrencilerle birlikte toplam dört yüz kadar öğrencisi ve alanlarında iyi yetişmiş, hepsini saygı, sevgi ve özlemle andığım on altı kadrolu öğretmeni vardı okulun. Uzmanlık alanları, mesleki ve yönetsel deneyimleri nedeniyle kişisel olarak çok yararlandığım bazı arkadaşlarımı anmalıyım burada. Diyarbakır’dan ayrıldıktan sonra bir daha görüşemediğim ve aramızdan ayrılışından derin üzüntü duyduğum, deneyim ve bilgi birikiminden çok yararlandığım, meslek dersleri öğretmeni sevgili İzzet Güdü- cü’yü saygıyla anıyorum. Ayrıca yakın geçmişte yitirdiğimiz, Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulunda da birlikte çalıştığımız, ülkemizi uluslararası yarışmalarda temsil etmiş olan basketbol takımı oyuncularından, beden eğitimi öğretmeni Sürmeli Gültekin’i de kuşkusuz...
Birlikte çalıştığımız üç yıl içerisinde yönetim bilgi ve deneyimlerinden her zaman yararlandığım, düşüncelerimi yazman konusunda beni özendirerek hep itici güç olan sevgili Erdoğan Toker’i de orada tanımış olmam benim için önemli bir kazançtı kuşkusuz. Aramızda ve çevrede geçen ilginç olayların Hasan Pulur’un Milliyet gazetesindeki Olaylar Ve İnsanlar köşesinde yayımlanması onun sayesindedir. Bir gün çeşitli konular üzerine söyleşirken, “Bu anlattıklarını neden ‘anlattığın gibi’ yazmıyorsun?” demesi Cumhuriyet’teki tartışma sütununa, . Diyarbakır’daki Tarancı dergisine, Ankara’da, doldurulamayacak bir boşluk bırakarak bu yılın başında aramızdan ayrılan değerli hocam Prof. Dr. Adnan Turani’nin çıkardığı Sanat ve Sanatçılara Ağın dergisine yazılar yazmam için bir kıvılcım olmuştu. Bir telefon görüşmemiz dışında bir daha görüşme olanağı bulamadığımız sevgili Erdoğan beyle yaptığımız son derece içerikli, neşeli söyleşilerin anılarım arasında unutulmaz bir yeri vardır, Hem özgür düşünceli aydın kişiliği hem de eğitimci yönüyle öğrenciler arasında olduğu kadar çalışma arkadaşları arasında bugün de o saygın yerini koruduğundan eminim.
Ve de güzel anılarıyla her birini ayrı ayrı belleğimde yaşattığım öbür arkadaşlarımın adlarını anmadan geçemeyeceğim... Fikret bey, Cengiz bey ve eşi Ülkü hanım, Tevfık bey, Sait bey, Yücel bey, Ünal bey, Arif bey, Nedim Özsan bey, Sabri bey, Leman hanım, Meral hanım, Nurettin bey, Süreyya bey, Asiye hanım, Hayrettin bey ve Mustafa bey, Yavuz bey ve müdürlerimiz Vedat ve Sûdi beyler... Adlarını anmadan geçtiklerim varsa bağışlanacağımı umarım; kasıt olmadığındın emin olsunlar, lütfen.
Hangi meslek için olursa olsun çalışma arkadaşları arasındaki dayanışma, bilgi ve görüş alışverişi, deneyimlerin paylaşılmasının ne denli önemli olduğu açıktır. Hele insanın toplumsal varlık, davranış, kişilik, ruh sağlığı, özgür düşünce, sorumluluk, ahlâk, estetik görüş sahibi, duyarlı birey olarak yetiştirilmesinde birinci derecede etkili olan öğretmen söz konusuysa onları yetiştirenlerin sorumluluğu daha da önem kazanmaktadır. Ayrıntılarda ufak tefek kişilik farklılıkları olmakla birlikte bu konudaki işbirliği ve dayanışmanın en sağlıklı işleyişini Diyarbakır’da çalıştığım yıllarda gözlemlediğimi eğitim ve öğretim kurumlarının her kademesinde görev yapmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim.
Eğitim/bilimsel ve algı psikolojisi açısından yadsınmaz bir gerçektir ki, “nöron budanmasının tamamlanmak üzere olduğu ilk ergenlik aşaması kişilik gelişimi açısından dış etkenlere en açık dönemdir. Ergen, kendi sine model olarak seçtiği kişilerle özdeşleşmeye çalıştığı bu evrede “ıslak beton gibidir, üzerine ne düşerse iz bırakır.” Bu nedenle “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirme bilinç ve görev sorumluluğuna sahip öğretmen yetiştirmek eğitim politikasının temel ilkelerinden biridir ki, işte onlardan olmaya çalışıyorduk. Kuşkusuz o zaman neleri doğru neleri yanlış yaptığımızı en nesnel biçimde değerlendirebilecek olanlar, kendileri de şimdi deneyimli birer eğitimci olan, o zamanki öğrencilerimizdir.
Bilindiği gibi Resim Yazı, Müzik, Beden Eğitimi ve İş dersleri ritm ve estetik duygu kazandıran derslerin, o zamanki programlarda mihver dersler olarak nitelendirilmesine karşın kamuoyunda, neredeyse eğitimciler ve yöneticiler arasında bile çizgi altı, hâttâ ıvır zıvır dersleri olarak anılır, küçümsenirdi. Tam da o yıllarda bir Milli Eğitim Bakanının, “artık bu derslerden sınıfta kalınmamalıdır” demesinden birkaç gün sonra bir müzik öğretmeni öğrencisi tarafından öldürülmüştü.
Duyarlık ve estetik (güzel duyusal) eğitimi; insan duygularına güzelliğin hazzıyla besleme, aynı zamanda özdisiplin kazandırma dersi anlamına gelen sanat eğitimi derslerinde zayıf vermeyi, hele ki belge vermeye vardıran sınıfta bırakmaları şimdi olduğu gibi o zaman da pedagojik bulmayan biri olarak dersi sevdirmeye çalışmı- şımdır. Özellikle yazı derslerinde verdiğim ödevlerin istediğimden fazlasını bir yarış havasında zevkle yapan sınıfları -tek tek öğrencileri değil- anımsıyorum. Resme özel ilgi duyarak sürekli çalışanlar dışında, çok zevkli koyu-açık (lâvi) çalışmaları yapan, desen çizebilen çok sayıda öğrenciler de vardı.
Daha sonra hiçbir yerde göremediğim başarılı sonuçları orada aldığımı söylemeliyim. Sanat eğitimi açısından çok yetersiz ve olumsuz koşullardaki ortaokullardan gelmelerine karşın çok çabuk öğrenmeleri beni şaşırtıyordu. Bugün de değerlendirdiğimde, nedenini yanlış etkilenmeler altında kalmadan ve yanlış alışkanlıklar kazanmadan saf, bozulmamış olarak gelmelerine bağlıyorum. Okumanın zevkine varmış, çok düzeyli öykü, şiir yazan bazı öğrencilerin adlarını bugün bile anımsıyorum.
Okullar kadar kentlerin kültürel ortamlarını oluşturan tarihsel ve doğal yapısının, toplumsal yaşamının insanın kültür varlığı olarak yetişip gelişebilmesi için önemlidir. İnsanlar gibi kentlerin de bellekleri olduğuna inanırım ve her insan yetiştiği kentin tarih ve kültür damgasını taşır. Bu bellek, kentin bulunduğu coğrafyadaki iklimin, dağların, ovaların, akarsuların, nehirlerin, göllerin yaylaların, bitki örtüsünün, hayvan türlerinin, yapıların, yolların sokaklarm, insanların; tüm canlı ve cansızların birbirleriyle ve evrenle olan ilişkiler bütünü içerisindeki yaşanmışlıklardan oluşan birikim ve bir kültür kalıtı (mirası) olarak kuşaktan kuşağa aktarılarak sarıp sarmaladığı insanı biçimler. Zengin geçmişinin, ve yetiştirdiği Ziya Gö- kalp, C. S. Tarancı gibi düşünür, sanat ve bilim insanlarının oluşturduğu kültürel belleğiyle bir sanat eğitimcisi olarak beni nasıl etkileyeceğini pek kestiremediğim bu kentin beni ne denli derin etkilediğini daha sonra anlayacaktım. Yirmili yaşlarında genç bir resim öğretmeni olarak Sur İçi’nde arşınladığım daracık Diyarbakır sokaklarını ve hayranlıkla izleyerek bilinçaltına ittiğim faş' evlerini, 15 yıl sonra Güzel Sanatlar Fakültesindeki Sanat Sosyolojisi derslerinde örnek olarak vereceğimi hiç aklımdan geçirmiş olabilir miydim? Şimdiki bilincimle diyebilirim ki, Diyarbakır benim için, kent ölçeğinde “duvarsız okul” idi. Kuşkusuz, kentin tarihsel dokusunun dışında, okul içindeki bazı arkadaşlarla olan iletişim ve bilgi, görüş alışverişinin dışında, “okuryazar” arkadaşlarla, aydınlarla buluşup söyleştiğimiz iktisat öğrenimli Coşkun’un Karınca Kırtasiye’si de hem küçük bir “okul” hem de kişisel kitaplığımız için her tür kitaba ulaşma olanağını bulduğumuz kaynaktı. Müzik öğretmeni Fikret Uçar beyin kurduğu Filarmoni’nin konserleri, tiyatro oyunlarıyla, sinemalarıyla o günkü koşullara göre azımsanmayacak kültür etkinliklerinin yaşandığı ve eğlence yerleriyle, lüks otelleri, Orduevi, pastaneleri, içkili içkisiz lokantalarıyla, metropol kentlerde görülebilen güncel modayı da yaşayan nitelikli toplumsal yapısıyla Diyarbakır modem bir kültür kentiydi. Çok güzel ve değer biçilmez anılarla yüklü olarak Diyarbakır’daki öğretmenlik yaşantımda, öğrencilerimde gözlemlediğim içten ve tanımlanması zor bağlılığın ve kişiliklerinde somutlaşan onurlu genç duruşlarıyla belleğimde yer tutmuş olan sevgili öğrencilerimi; her biri ayrı değer olan sevgili öğretmen arkadaşlarımı -yokluklarını kabullenemediklerim dahil- hep sevgi ilk ama en mutlu, başarılı yıllarımın sizlerle geçtiğinin bilinmesini isterim. Bîr öğretmen için daha ne olsun.