KURA

Prof. Dr. Zafer Gençaydın

Eskilerin, en kutsalının öğret­menlik olduğunu vurgulamak için Antik Çağ düşünürlerinden biri­nin, “Tanrı' yere inse ve bir meslek seçmesi gerekseydi öğretmenliği se­çerdi” dediğini, henüz on iki yaşın­dayken Akçadağ Köy Enstitüsüne ya­zıldığımda duymuş ve yazı dersinde “blok” olarak bile yazmıştım. Ve 1959 yılında ilk öğretmen okulunu bitirene dek bu heyecanla dolu olarak yetiştirildik. Gerçekten günümüzde Tanrının öğretmenliği seçip seçmeye­ceği bilinemez ama aradan yarım yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine kar­şın insanın öğrencileri tarafından hiç soğumamış saygı ve okul yıllarındaki öğrenci sesinin sıcaklığıyla aranma­sından daha gönendirici bir duygu olamaz sanırım.

Dile kolay, aradan elli iki yıl geçmiş! Geçen bu zamanın “hayali cihan değer” mi değmez mi bilemiyorum ama yeter ki yetiştir­mekle yükümlü olduğumuz, toplum mimarları olması gereken, o zamanın öğretmen adayları, bugünün ise artık emekliye ayrılmış eğitim emekçileri­ne karşı görev ve sorumluluklarımızı yerine getirebilmiş olma konusundaki çabalarımız boşa gitmemiş olsun.

Öğretmenlikte değil ama-sanat eğitim­ciliğimde “ilk göz ağrım” olan Diyar­bakır Erkek İlköğretmen Okuluna atanışımın, gençlik romantizmi ve öğretirken öğrenme tutkusuyla kanat­lanan, heyecan yüklü öyküsünü bu­günkü gibi anımsıyorum.

Her biri sanat tarihinin ünlü ressamlarından biriyle öz­deşleşen Resim İş Bölümü öğrencileri olarak, eğitim tarihimizde efsanevi bir yeri olan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün o olağanüstü ortamında güzel bir rüya gibi geçen üç yıllık eğitimin sonunda­ki diploma töreni ve mezuniyet ye­meğinin ardından sıra atama kuraları­nın çekilmesine gelmişti. Okulu bi­tirmenin sevinci yanında nereye ata­nacağımızı herkesin gözler önünde kendi ellerimizle belirleme heyecanı hepimizi nasıl da sarmıştı ki, sorma­yın! Önce, bölüm öğretmenler kuru­lunca liyakata göre belirlenerek öğ­retmen okullarına atanacak olanlar kuralarını çekeceklerdi.

Milli Eğitim Bakanlığı tem­silcisinin bulunduğu odada -tam olarak anımsamıyorum ama ya kitaplık ya da derslikteydi- sabırsız­lıkla sıramızı bekliyorduk. Adım okununca, Edirne’den Van’a, tüm öğretmen okullarının ad­ları bir şerit gibi aklımdan geçerken, belki de Azeri türkülerini çok sev­mem nedeniyle, bilinçaltıma yerleş­miş olan Kars-Cılavuz İlköğretmen Okulu’nu çekeceğim duygusuna ka­pılmıştım. Elimi daldırdım sepete ve okul adlarının yazılı olduğu rulolan- mış kâğıtları bir güzel karıştırdıktan sonra birini alıp açtım: Diyarbakır Erkek İlköğretmen Okulu.

Hani, akla gelen başa gelir derler ya. Benim ise aklıma gelmeyen başıma gelmişti. Her nedense yıllarca öğrencilik anıla­rını paylaştığım çocukluk arkadaşla­rımdan birçoğunun okuduğu, memle­ketimin hemen bitişiğindeki Diyarba­kır hiç, ama hiç aklıma gelmemişti. Böylece yetiştiğim küçük bir Doğu Anadolu kasabasından öteye ilk kez geçiyor olacak, “Doğunun Parisi”ne, ve arkadaşlarımın okuduğu okula gi­decektim. Oysa, yaz güneşinin beş dakikada yumurtayı pişirdiği ve - tevatür de olsa- belediyece para karşı­lığında akrep toplama seferberliğinin yapıldığı, seksen kiloluk karpuzların yetiştiği ve su sızdıran ünlü testileriy­le, çocuk aklımda yer etmiş bir kentti Diyarbakır.

1965’in Temmuz ayı ortalarında göreve başladığımda, naklen ataması yapılmış ama henüz ilişiğini kesme­miş olan ve Varlık dergisinde yayım­lanan güzel desenlerinden tanıdığım Sayın Halis Biçer’le halef-selef ol­mam benim için mutlu bir rastlantıy­dı. Birlikte görev yaptığımız kısa süre içerisinde gösterdiği meslektaş daya­nışmasının çok ötesindeki sıcak ilgi ve desteğinin benim için son derece önemli bir rehberlik değeri taşıdığını özellikle vurgulamak isterim: okulu, kenti ve yakın çevreyi tanıyıp kısa sürede uyum sağlayabilmem onun önderliğiyle olmuştur. Dağkapı’da, Orduevi ile rakı fabrikası arasında konumlanmış olan ve tarihi Diyarba­kır surlarına bakan iki katlı okul bina­sı küçük sayılabilecek bahçesine he­mencecik ısınıvermis ve dört gözle okulun açılmasını beklemeye başla­mıştım. Bir yandan da tarih kokan masalsı havasıyla kenti ve yakın çev­resini tanımaya çalışıyordum. Neolitik Çağdan bu yana beşiğinde nice uygar­lıkları doyurmuş, beş kilometrelik ta­rihi surla çevrili kentin önünden aka­rak Basra Körfezi’ne dek uzanırken binlerce yıldır sömürülen Mezopo­tamya topraklarına can veren Dic­le’yle akrabaydım sanki. Fırat-Karasu kıyısında yaşadığım çocukluk anıla­rımı çağrıştıran Fis Kayası’nın kucak­ladığı kumsal topraklı bostan(karpuz) tarlaları, korkuluklar, bahçeler, bük­ler, şişirilmiş tuluklarla yüzdürülen derme çatma kelekler vs. hiç de ya­bancı olmayan görüntüler olmasının yanında çok da resimsel buluyordum.

Bütünleme sınavlarının ardından ders­ler başladığında, eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, çoğunluğunu yatılı er­kek öğrenciler olmak üzere gündüzlü kız öğrencilerle birlikte toplam dört yüz kadar öğrencisi ve alanlarında iyi yetişmiş, hepsini saygı, sevgi ve öz­lemle andığım on altı kadrolu öğret­meni vardı okulun. Uzmanlık alanları, mesleki ve yönetsel deneyimleri ne­deniyle kişisel olarak çok yararlandı­ğım bazı arkadaşlarımı anmalıyım burada. Diyarbakır’dan ayrıldıktan sonra bir daha görüşemediğim ve aramızdan ayrılışından derin üzüntü duyduğum, deneyim ve bilgi biriki­minden çok yararlandığım, meslek dersleri öğretmeni sevgili İzzet Güdü- cü’yü saygıyla anıyorum. Ayrıca ya­kın geçmişte yitirdiğimiz, Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulunda da bir­likte çalıştığımız, ülkemizi uluslarara­sı yarışmalarda temsil etmiş olan bas­ketbol takımı oyuncularından, beden eğitimi öğretmeni Sürmeli Gültekin’i de kuşkusuz...

Birlikte çalıştığımız üç yıl içe­risinde yönetim bilgi ve de­neyimlerinden her zaman yararlandığım, düşüncelerimi yazman konusunda beni özendirerek hep itici güç olan sevgili Erdoğan Toker’i de orada tanımış olmam benim için önemli bir kazançtı kuşkusuz. Ara­mızda ve çevrede geçen ilginç olayla­rın Hasan Pulur’un  Milliyet gazete­sindeki Olaylar Ve İnsanlar köşesinde yayımlanması onun sayesindedir. Bir gün çeşitli konular üzerine söyleşir­ken, “Bu anlattıklarını neden ‘anlattı­ğın gibi’ yazmıyorsun?” demesi Cumhuriyet’teki tartışma sütununa, . Diyarbakır’daki Tarancı dergisine, Ankara’da, doldurulamayacak bir boşluk bırakarak bu yılın başında aramızdan ayrılan değerli hocam Prof. Dr. Adnan Turani’nin çıkardığı Sanat ve Sanatçılara Ağın dergisine yazılar yazmam için bir kıvılcım olmuştu. Bir telefon görüşmemiz dışında bir daha görüşme olanağı bulamadığımız sev­gili Erdoğan beyle yaptığımız son de­rece içerikli, neşeli söyleşilerin anıla­rım arasında unutulmaz bir yeri var­dır, Hem özgür düşünceli aydın kişi­liği hem de eğitimci yönüyle öğrenci­ler arasında olduğu kadar çalışma ar­kadaşları arasında bugün de o saygın yerini koruduğundan eminim.

Ve de güzel anılarıyla her birini ayrı ayrı belleğimde yaşattığım öbür arka­daşlarımın adlarını anmadan geçeme­yeceğim... Fikret bey, Cengiz bey ve eşi Ülkü hanım, Tevfık bey, Sait bey, Yücel bey, Ünal bey, Arif bey, Nedim Özsan bey, Sabri bey, Leman hanım, Meral hanım, Nurettin bey, Süreyya bey, Asiye hanım, Hayrettin bey ve Mustafa bey, Yavuz bey ve müdürle­rimiz Vedat ve Sûdi beyler... Adları­nı anmadan geçtiklerim varsa bağışla­nacağımı umarım; kasıt olmadığındın emin olsunlar, lütfen.

Hangi meslek için olursa olsun çalışma arkadaşları arasındaki daya­nışma, bilgi ve görüş alışverişi, dene­yimlerin paylaşılmasının ne denli önemli olduğu açıktır. Hele insanın toplumsal varlık, davranış, kişilik, ruh sağlığı, özgür düşünce, sorumluluk, ahlâk, estetik görüş sahibi, duyarlı birey olarak yetiştirilmesinde birinci derecede etkili olan öğretmen söz ko­nusuysa onları yetiştirenlerin sorum­luluğu daha da önem kazanmaktadır. Ayrıntılarda ufak tefek kişilik farklı­lıkları olmakla birlikte bu konudaki işbirliği ve dayanışmanın en sağlıklı işleyişini Diyarbakır’da çalıştığım yıllarda gözlemlediğimi eğitim ve öğ­retim kurumlarının her kademesinde görev yapmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim.

Eğitim/bilimsel ve algı psikolo­jisi açısından yadsınmaz bir gerçektir ki, “nöron budanmasının tamamlan­mak üzere olduğu ilk ergenlik aşama­sı kişilik gelişimi açısından dış etken­lere en açık dönemdir. Ergen, kendi­ sine model olarak seçtiği kişilerle öz­deşleşmeye çalıştığı bu evrede “ıslak beton gibidir, üzerine ne düşerse iz bırakır.” Bu nedenle “fikri hür, vicda­nı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirme bilinç ve görev sorumluluğuna sahip öğretmen yetiştirmek eğitim politika­sının temel ilkelerinden biridir ki, işte onlardan olmaya çalışıyorduk. Kuş­kusuz o zaman neleri doğru neleri yanlış yaptığımızı en nesnel biçimde değerlendirebilecek olanlar, kendileri de şimdi deneyimli birer eğitimci olan, o zamanki öğrencilerimizdir.

Bilindiği gibi Resim Yazı, Müzik, Beden Eğitimi ve İş dersleri ritm ve estetik duygu kazandıran derslerin, o zamanki programlarda mihver dersler olarak nitelendirilmesine karşın ka­muoyunda, neredeyse eğitimciler ve yöneticiler arasında bile çizgi altı, hâttâ ıvır zıvır dersleri olarak anılır,  küçümsenirdi. Tam da o yıllarda bir Milli Eğitim Bakanının, “artık bu derslerden sınıfta kalınmamalıdır” demesinden birkaç gün sonra bir mü­zik öğretmeni öğrencisi tarafından öldürülmüştü.

Duyarlık ve estetik (güzel duyu­sal) eğitimi; insan duygularına güzel­liğin hazzıyla besleme, aynı zamanda özdisiplin kazandırma dersi anlamına gelen sanat eğitimi derslerinde zayıf vermeyi, hele ki belge vermeye vardı­ran sınıfta bırakmaları şimdi olduğu gibi o zaman da pedagojik bulmayan biri olarak dersi sevdirmeye çalışmı- şımdır. Özellikle yazı derslerinde ver­diğim ödevlerin istediğimden fazlası­nı bir yarış havasında zevkle yapan sınıfları -tek tek öğrencileri değil- anımsıyorum. Resme özel ilgi duya­rak sürekli çalışanlar dışında, çok zevkli koyu-açık (lâvi) çalışmaları yapan, desen çizebilen çok sayıda öğ­renciler de vardı.

Daha sonra hiçbir yerde göre­mediğim başarılı sonuçları orada aldığımı söylemeliyim. Sanat eğitimi açısından çok yetersiz ve olumsuz koşullardaki ortaokullardan gelmelerine karşın çok çabuk öğren­meleri beni şaşırtıyordu. Bugün de değerlendirdiğimde, nedenini yanlış etkilenmeler altında kalmadan ve yanlış alışkanlıklar kazanmadan saf, bozulmamış olarak gelmelerine bağlıyorum. Okumanın zevkine var­mış, çok düzeyli öykü, şiir yazan bazı öğrencilerin adlarını bugün bile anım­sıyorum.

 Okullar kadar kentlerin kültürel ortamlarını oluşturan tarihsel ve doğal yapısının, toplumsal yaşamının insa­nın kültür varlığı olarak yetişip geli­şebilmesi için önemlidir. İnsanlar gibi kentlerin de bellekleri olduğuna inanı­rım ve her insan yetiştiği kentin tarih ve kültür damgasını taşır. Bu bellek, kentin bulunduğu coğrafyadaki ikli­min, dağların, ovaların, akarsuların, nehirlerin, göllerin yaylaların, bitki örtüsünün, hayvan türlerinin, yapıla­rın, yolların sokaklarm, insanların; tüm canlı ve cansızların birbirleriyle ve evrenle olan ilişkiler bütünü içeri­sindeki yaşanmışlıklardan oluşan bi­rikim ve bir kültür kalıtı (mirası) ola­rak kuşaktan kuşağa aktarılarak sarıp sarmaladığı insanı biçimler. Zengin geçmişinin, ve yetiştirdiği Ziya Gö- kalp, C. S. Tarancı gibi düşünür, sanat ve bilim insanlarının oluşturduğu kül­türel belleğiyle bir sanat eğitimcisi olarak beni nasıl etkileyeceğini pek kestiremediğim bu kentin beni ne denli derin etkilediğini daha sonra anlayacaktım. Yirmili yaşlarında genç bir resim öğretmeni olarak Sur İçi’nde arşınladığım daracık Diyarbakır so­kaklarını ve hayranlıkla izleyerek bi­linçaltına ittiğim faş' evlerini, 15 yıl sonra Güzel Sanatlar Fakültesindeki Sanat Sosyolojisi derslerinde örnek olarak vereceğimi hiç aklımdan geçirmiş olabilir miydim? Şimdiki bi­lincimle diyebilirim ki, Diyarbakır benim için, kent ölçeğinde “duvarsız okul” idi. Kuşkusuz, kentin tarihsel dokusunun dışında, okul içindeki bazı arkadaşlarla olan iletişim ve bilgi, gö­rüş alışverişinin dışında, “okuryazar” arkadaşlarla, aydınlarla buluşup söy­leştiğimiz iktisat öğrenimli Coşkun’un Karınca Kırtasiye’si de hem küçük bir “okul” hem de kişisel kitap­lığımız için her tür kitaba ulaşma ola­nağını bulduğumuz kaynaktı. Müzik öğretmeni Fikret Uçar beyin kurduğu Filarmoni’nin konserleri, tiyatro oyunlarıyla, sinemalarıyla o günkü koşullara göre azımsanmayacak kül­tür etkinliklerinin yaşandığı ve eğlen­ce yerleriyle, lüks otelleri, Orduevi, pastaneleri, içkili içkisiz lokantalarıy­la, metropol kentlerde görülebilen güncel modayı da yaşayan nitelikli toplumsal yapısıyla Diyarbakır modem bir kültür kentiydi. Çok güzel ve değer biçilmez anılarla yüklü olarak Diyarbakır’daki öğretmenlik yaşan­tımda, öğrencilerimde gözlemlediğim içten ve tanımlanması zor bağlılığın ve kişiliklerinde somutlaşan onurlu genç duruşlarıyla belleğimde yer tut­muş olan sevgili öğrencilerimi; her biri ayrı değer olan sevgili öğretmen arkadaşlarımı -yokluklarını kabullenemediklerim dahil- hep sevgi ilk ama en mutlu, başarılı yıllarımın sizlerle geçtiğinin bilinmesini isterim. Bîr öğretmen için daha ne olsun.

 

 

 

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile

Ek bilgiler