Okul Anıları

 

 

M.Ali Biçer arkadaşımız, sitemize gönderdiği mesajda, "fotograflarla anılar"içeren bir albümün hazırlanabileceğini ve anıların paylaşılabileceğini bizlere önermiştir. Arkadaşımızın önerisine sizlerin de katıldığını umuyorum. Bu önerinin sözde kalmaması ve gerçekleşmesi için okulla ilgili anılarınızı bize yazın ve gönderin. Biz de bu sayfada yayınlayalım. Şimdiden katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz...

 

YUSUF SAVAŞ'TAN BİR ANI (64 Mezunu)

YAZILI SINAV DEDİĞİN BÖYLE OLUR

Eğitim enstitüsünü bitirdikten sonra,   Mardin Midyat Lisesi’ne   atandım.    Öğretim yılı başında ders dağıtımı yapılırken bana ortaokul birinci sınıf Sosyal Bilgiler dersi de verilmişti. Yaklaşık bir ay kadar derslerimizi işledikten sonra, öğrencilere  gelecek hafta yazılı sınav  yapacağımı,  bundan dolayı hazırlıklı gelmelerini söyledim.

Sınav günü gelip çattığında, öğrenciler kâğıt, kalem ve silgilerini çıkarıp sıralarının üzerine koydular.

Soruları yazdırdıktan sonra, cevapları yazmaya başlayabileceklerini söyledim.

Yazılı sınavımız normal seyrini takip ederken, bir öğrencinin soruları cevaplayış tarzı dikkatimi çekti. Söz konusu öğrenci, sıranın üzerine, sınavı yapılmakta dersin defterlerini, kitaplarını koymuş, ders kitabına bakarak soruların cevaplarını sınav kâğıdına yazıyordu.  Oturduğu  sıranın yanından bir iki kez gidip geldiğim halde, hiç istifini bozmadan  sınav  kağıdına   cevapları,  kitaba  bakarak  yazıyordu.

Sonra gidip başucunda durdum. Kafasını kaldırıp bana şöyle bir baktıktan sonra, aynı minval üzere yazmaya devam etmeye başladı.

Dayanamadım :

“Evladım sen ne yapıyorsun?”  diye sordum.

 “Soruların cevaplarını yazıyorum.” Dedi.

Ama defteri, kitabı açmış onlara bakarak yazıyorsun…” dedim.

Kitaba bakmazsam, cevapları  nasıl  yazacağım.” diye, öfkeyle karışık bir ses tonuyla üsteledi.

Bu öğrenci, köy okulundan mezun olup, ortaokula kayıt yaptıranlardandı. Yazılı sınavların ne olduğunu, nasıl yapıldığını, niçin yapıldığını, değerlendirmelerden doğabilecek sonuçları  bilmiyor,  diye düşündüm.

Kendisine, yazılı sınavların öğrencinin kafasındaki bilgilerin ölçülmesi amacıyla yapıldığını, soruların herhangi bir kaynağa bakılmadan cevaplandırılması gerektiğini anlattım. Bundan ötürü, iki hafta sonra kendisine özel olarak yazılı sınav uygulayacağımı   anlattım.

İki hafta sonra yalnız kendisine, son derece kolay sorulardan oluşan bir sınav uygulaması yaptım.

Sonuç mu? Sonuç sıfır…

Kitaba bakarak soruları cevaplandırdığını gördüğümde, kâğıdına kırmızı kalemle kocaman bir “sıfır” yazıp, disiplin kuruluna  mı  vermeliydim.

 

ÖĞRETMENİMİZ TURGUT YAŞASIN'DAN BİR ANI:

     1967-68 Öğretim Yılı. Ders Eğitim Sosyolojisi. Okulda ilk dersim. Çok eski bir kitap. sözcüğü bir yenilik olarak yer almış kitapta. Sınıf 57 kişi, kız öğrenci yok. Öğrencilere baktım, bir çoğu benden büyük görünüyor. Sonradan öğrendiğime göre, evli,2-3 çocuğu olanlar varmış. Ders ve konu sıkıcı. İlk dersde kuraldır, öğrenciler de, öğretmen de kendini göstermek ister.

     Ben , 4 yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra , Ankara Gazi Pedagoji sınavlarına girdim. Sınavları kazandım, okudum ve mezun oldum. Yani, acemi bir öğretmen değilim. Derste göze de hitap ettiği için, yazı tahtasını çok kullanırım. Ben tahtaya yazarken, sınıfta gürültü başlıyor. Sürekli saate bakıyorum, zaman geçmiyor. Derken, arka sıralardan uzun boylu, oldukça yapılı bir öğrenci ayağa kalktı.

    -Hoca, ben dayıyım. Dedi.

Hocam da demiyor. Öğrenci ayakta bekliyor, tüm sınıfın gözü bende. Onun amacı belli. Üzerine yürüsem, bağırsam, çağırsam o beni döver. Böyle bir kargaşa ortamında, başka yumruklar yeme şansım da var.Pedagog okula geliyor ilk derse giriyor ve ağzı gözü kan içnde sınıftan çıkıyor. Ne hazin bir manzara. Ondan sonra o okulda derse gir öğretmenlik yap. Tüm bunları saniyeler içinde, hızlı, hızlı düşünmeye çalışıyorum. Öyle bir çözüm bulmalıyım ki, hem öğrenci cevabını almalı, hem de ben rahatlamalıyım. Ben yapı olarak çok, çok soğukkanlı bir insanım. En olumsuz koşullar da bile, asla panik yapmam. Bu, benim yaşam biçimim. Hatta, geçen yıl bir trafik kazası yaşadım. Herkes de bir panik, bir telaş. Ben arabadan bile inmedim, otalık sakinleşene kadar. O sırada aklıma komik sayılabilecek bir fikir geldi.Dedim ki,

    -Demek öyle. Ben de dayıyım, benim üç yeğenim var. Senin kaç yeğenin var. Dedim.

    -Öğrenci şaşırdı, belli ki "B" planı yoktu. Ona göre o konuşacak, ben üzerine yürüyeceğim ve ortalık karışacak. Ben öyle söyleyince,

    -Yok ya öyle değil. Dedi.

    Arkadaşları ceketinden çekerek oturttular. Aradan bir ay gibi bir zaman geçti. Ben herkesi tanıdım, herkes beni tanıdı. Okulda nöbetçiyim. Gece etüt saatin de odamda çalışırken, kapı çalındı, baktım adı geçen öğrenci. Çok saygılı bir biçimde, zamanım uygunsa benimle görüşmek istediğini söyledi. Kabul ettim.

    -Ben size karşı yapılmaması gereken çok büyük bir yanlış yaptım.Bu süreçte sizi daha iyi tanıdıktan sonra, bu davranışımın çok daha büyük bir yanlış olduğunu anladım. Çok üzgünüm ve çok doluyum. Lütfen beni dövün de rahatlayayım. Dedi.

    Ben de, hatasını anlayabilmekte bir erdemdir. Ben bu olayı unutmayacağım, sen de unutma dedim. Bunun üzerine öğrenci, sağ elini omzuma koydu ve şu tarihi söylemi yaptı.

    -HOCA,SEN BUNDAN SONRA BENDEN SORULURSUN. Dedi.

    Kulakları çınlasın.....

ÖĞRETMENİMİZ Erdoğan TOKER'DEN BİR ANI:

YA KABUL YA İSTİFA

    Müdürümüz Nuri ARISOY, Fransa’ya gitti. Yerine vekâleten müzik öğretmeni ve müdür başyardımcısı F.U. bakıyor.F.U. aynı sınıfta iki yıl sadece müzik dersinden kaldığı için belgelenen bir ikinci sınıf parasız yatılı öğrencisi tarafından makamında sekiz defa (Müzikte sekiz nota olduğu için) bıçaklanıyor.

    Bu olay üzerine Milli Eğitim Bakanlığı, okulumuzu yönetmek görevini Başmüfettiş Ahmet Maruf Buzcugil’e verir. Buzcugil Ankara’dan gelir. Tam yetki (tedvir) ile göreve başlar.

    Yıl 1962.Yer, ortaokula dayalı Diyarbakır Merkez Erkek İlköğretmen Okulu. Ben, aynı okulda bir yıllık öğretmen ve müdür yardımcısıyım. Bekârım, okulda yatıp kalkıyorum.(Yeri gelmişken, Aydın-Ortaklar İlköğretmen Okulu’ndan sonra Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü’nde de öğretmenim olan değerli eğitimci Sayın Mübeccel ATAŞEN’e, ilköğretmen okullarında görevlendirilmemi sağladığı için teşekkürlerimi sunarım.) Maaş karşılığı olarak haftada 6, ücretli olarak 12 saat ders okutuyorum. Yönetici olarak da öğrencilerin kayıt – kabul, nakil, belge, tasdikname, askerlik tecil işlemleriyle mezun öğrencilerin tüm işlerine bakıyorum. Muayene komisyonu başkanlığı yapıyorum. Gece yirmi dörtlere dek çalışıyorum. Okuldaki üç müdür yardımcısından biri bayan. Onun işi, okula yeni gelen birinci sınıf öğrencilerini “Aday Defteri”ne kaydetmek ve tüm gündüzlü kız öğrencilerin kılık kıyafetlerine bakmak…

    Bu arkadaşımız, Aday Defteri ile bir yıl boyunca sürecek olan tüm işleri bana devrediyor. Branşı Fransızca olan meslektaşımız derslere de girmiyor. Çünkü o yıllarda İlköğretmen Okulları’nda yabancı dil dersi okutulmuyor.

    İşi sevmeyen, teneffüsleri elindeki anahtarları şıkırdatarak geçiren arkadaşımızla aramızdaki haksız görev dağılımının farkına ben bir yıl sonra varıyorum. Kendisinin yaptığı işlerle benim yaptığım işleri topluyorum.
Ağırlığına göre ikiye bölüyorum. İkisinden birini almasını, yapmasını öneriyorum. Yanıtı aynen şöyle oluyor:

    -Sınıf geçme defterlerini, diploma defterlerini iğne ile kuyu kazarcasına beş yıl boyunca ben yazdım. Gözlerimin feri kalmadı, yapamam.

    Aynı teklifi bu kez yetkili Ahmet Maruf BUZCUGİL’e götürüyorum. BUZCUGİL, uygun gördüğü teklifimi, benim yanımda çağırttığı bayan müdür yardımcısı arkadaşımıza iletiyor. Arkadaşımız, benzeri sözlerle teklifi kabul edemeyeceğini söylüyor.

     Ahmet Maruf BUZCUGİL, bunun üzerine arkadaşımız A.D’ye şu direktifi veriyor:

     -Ya bu teklifi kabul edersiniz ya da yirmi dört saat içinde istifa edersiniz.

    Aradan yarım saat geçmiyor, arkadaşımız müdür yardımcılığı görevinden istifa ediyor. Sonra da kent içindeki bir başka okula naklen tayin ediliyor.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1969 MEZUNU MEHMET ALİ BİÇER'DEN ANILAR:

     Aradan 42 yıl geçmiş, hafızamızda detayları silinmiş olsa gerek. Erdoğan Toker Hoca’mız bir gün 3/C Sınıf Dershanemize, yeni girmiş ve masasında bir şeylerle meşgul olurken, birden bir çıkış yapıverdi ve bizler ne olduğunu anlamaya çalışmıştık. “Kız çocuğu kurutma kağıdına benzer, bir lekelendi mi artık o leke bir daha çıkmaz. Erkek çocuğu ise sakıza benzer, çiğnersin yorulunca kenara koyar ve tekrar alır çiğnersin.” Bugün hatırlayamadığım en ön sıradaki bir kız arkadaşın oturuş biçimini düzeltmek kastıyla söylediği kanaatine varmıştık. Erdoğan Öğretmenimizin dersinde daha bir dikkatli olmaya hep özen gösterirdik. 24 Aralık 2011 – Adana, Mehmet Ali BİÇER

    Zafer Gençaydın Öğretmenimin benim üzerimde epey emeği olduğuna inanıyorum. Prensiplerinden ödün vermeyen bir karekteri vardı ki, bunu hayatımda uygulayageldim. Resim-iş Atölyesinin anahtarına bana vermiş olması benim hayatta “Özgüven” kazanmama vesile oldular. kendisini taklit ettiğimi gözlemlemiş ama kızma yerine hoş bir şekilde karşılamıştı, hala unutamadığım anılarımdandır. Bayram Yurtçiçek ve beni “Karınca Kitabevine” götürmüş –Bu öğrencilerime istediği her kitabı ver, Paraları olmazsa ben öderim talimatını vermişti. Kendimi Zafer Hoca’mın en çok sevdiği öğrencileri arasında hissederdim. Öyle ki; Bir gün –Biçer, sana bir süprizim var anlamında bir davranışıyla, terziye götürmüş pantolonluk kumaş beğenmemi istemişti. O yıllar “İspanyol Paça Pantolonlar” moda idi bende terziye o model dikmesini istedim. Çok sevindirmişti beni, bu cömertliği ile Zafer Hocam. Varlık Dergisi’nde siyah-beyaz resim çalışması yayınlanır, ben de mutlaka dergiyi alır okur inceler ve yararlanırdım. Ne saklayayım Zafer Hocamın bana olan yakınlığı dergiyi aldırır ve okuturdu. Sınıfımızın resim dersi notlarını hep ben öğrenmeye giderdim çünkü; arkadaşlar utanır veya çekinir beni ise Zafer Hocama daha yakın görürlerdi. Doğaldır ki; 42 yıldır köprülerin altında çok sular akmıştı Ama Hz. Ali (ra)’ın “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.” Sözüne nankörlük edemezdim. Zaman, zaman fıkra gibi hatıralarım oldu. Ancak; Bu kadarıyla yetinmiş olalım da tadı damağımızda kalsın… Değerli Zafer Hocam, sevgilerimi ve saygılarımı iletirken hayırlı ömürler diler, Cenab’ı Allah’a emanet ederim… ADANA – Mehmet Ali BİÇER, 30 Aralık 2011

HAYATA ATILIRKEN İLK MESLEK HEYACANI

    Takvimlerin, 01 Haziran 1969 Tarihini gösterdiğine yüksek oranda emin olduğum o günde, aynı zamanda yemekhane olarak kullandığımız tiyatro salonunda diploma tören için bütün öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımız toplanıştık. Gerçekten çok sevinçliydik. Bu hepimizin gözlerinden ayan-beyan okunuyordu. Artık öğretmen olmuş, vatana ve millete hizmet etmenin heyacanı bizleri adeta kuşatmıştı. Çünkü üç yılda bu güzel düşünceler bize ilmik, ilmik beynimize işlenmişti. Köyün kalkınması için biz öğretmenlere özellikle çok ihtiyaç vardı. Öyle inanıyorduk. “Öğretmenlik bir ekmek teknesi değildi.” Bize böyle öğretilmişti. Her birimiz sahneye çağrılıyor ve diplomamızın yanında “Nutuk” kitabı veriliyordu. Ama bundan önce sahneye çıkan öğretmenlerimiz “Önemli gördükleri son mesajlarını” bizlere ulaştırıyorlardı. Kırkiki yıl sonra net olarak hatırlayabildiğim fıkra içerisinde anlatılan şu öğüttü. “Bizim kızı doktor istedi, mühendis istedi, avukat istedi “AFEDERSİNİZ” bir de öğretmen istedi.” Şeklinde kibirlenerek övünen maddeci bir anneden bahsedilmiş ve eklenmişti. Aman ha! Gençler! Bu tutumla karşılaşırsanız etkilenmeyin, alınmayın tenbihine özellikle vurgu yapılmıştı. Bugün daha iyi anlıyorum ki, bir tecrübe bize aktarılıyormuş. “Para, makam ve şöhret insanı bozabiliyormuş.” 29 Ocak 2012 - ADANA, Mehmet Ali BİÇER

 

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

RAMAZAN EMRE'DEN ANI:

SEN TEHLİKELİSİN!

    Diyarbakır Erkek İlk Öğretmen Okulu 2/E şubesinde iken, Erdoğan Toker hocamızın dersleri her zaman hareketli, zevkli bazen de stresli geçiyordu. Çünkü hocamızın tavırları klasik ve alışılmış öğretmen tavırları değildi. Bizim bol bol kitap okumamızı ve medeni cesarete sahip olmamızı ve hakkımızı savunmamızı isterdi. Bir gün derste ara dönem tatili dönüşünde bütün sınıfı sırayla kaldırarak kitap okuyup okumadığımızı ve okumuşsak hangi kitabı okuduğumuzu sorduğunu hatırlıyorum.

    Yine kitap okumamızı telkin ettiği bir derste, arka sıramda oturan Sadık Sarı arkadaşımız parmak kaldırarak “Kitap okumamızı istiyorsunuz ancak kitapçılarda hep sol eserler var. Mesela nurcu kitaplarını da okuyabilir miyiz?” deyince hocamız “Ya öyle mi? Saidi Nursi kendini peygamber kabul eden birisidir.” diyerek konuşmasında onun kitabını okumamız gerektiğini söylemeye çalıştı. Oysa arkadaşımızın bu sorusundan biraz önce Toker hocamız, zararlı kitapların da zararını tespit etmek amacıyla okunması gerektiğini söylemişti. Bu çelişkiyi belirtmek için o sırada parmak kaldırarak konuşmak istediğimde, bana dönerek “Sana söz hakkı vermiyorum yahu… Sen tehlikelisin. Var mı bir itirazın?” dedi. Ben de onun üzerine onu dinlememek için hep sınıfın duvarına bakmaya çalıştım. Artık onu dinlemiyordum. Ya beni konuşturmamasının doğru olmadığını farketmiş olması ya da benim kendisini dinlemediğimi tahmin ederek beni gafil avlamak amacıyla, teneffüs zili çalmış olmasına rağmen birden bana “şimdi konuş yahu…” diyerek söz verdi. Ben de “Siz konuşmanızda her kitabın okunması gerektiğini böylece zararlı kitapların da okunması halinde zararının anlaşılacağını söylediniz. Bu nedenle nurcu kitaplarının zararlı olup olmadığının anlaşılması için okunması gerekir” dedim. O da “Evet yahu…” diyerek dersi sonlandırdı.

 

2015 Şubatında Kaybettiğimiz Şemsettin Orhan'ın 'Anılar' adlı yazısı:

ANILAR

Şemsettin Orhan

6.11.2013, 21:27

Çileli ve özverili, ilkeli ve vefalı, dinamik ve yaratıcı olmak gibi özellikleriyle diğer kuşaklardan ayrılan sizler, evet siz Diyarbakır Erkek İlköğretmen Okulu’nun 1965-1970 yılı mezunları; hepinizi en sıcak, en içten ve en samimi duygularla selamlıyorum.

Bu akşam fotoğraflarımıza bakıp hüzünlendim, duygulandım ve de efkârlandım. O Dağkapı’daki yuvamızda yaşanan anılar canlandı gözümde. Şu anda aramızda olmayan ama yaşadığımız sürece gönüllerimizde yaşayacak olan Canan’ın hayali geldi gözümün önüne. Ve Lice’li merhum Abdullah Akay… Dicle’li Hasan Ula… Ve kaybettiğimiz diğer canlarımız...

Çoğumuz yoksul ve yoksun aile çocuklarıydık. Ama onurlu ve gururluyduk.. Özgüveni yüksek, geleceğe umutla bakan, dayanışmacı ve paylaşımcıydık. Ekmeğimizi hatta cebimizdeki kuruşu bile paylaşırdık.

Çoğumuz aşklarımızı içimizde saklayıp gizlerdik. Çünkü törelerin esiriydik.

Yıllarca aynı kazandan yedik. Pırasa, nohut ve makarnaya kaşık salladık. Eksi 40 derecede kapısız ve penceresiz yatakhanelerde yattık. Donmuş musluklar nedeniyle gazoz ile sabah traşı olduk. Çamaşırlarımızı kendimiz yıkadık. Ütümüzü de kömür ütüleriyle ütüledik.

Sevgili Canlarım, Güzel Kardeşlerim, Kıymetli Meslektaşlarım; Çileli bir kuşak olarak bir ömrü neredeyse tükettik. Tırpanlının tırpanı yarın hangimizin boynuna dolanacak bilinmez! Ama realist olmak gerekir, çünkü hiç istemezsek de bu yaşamın bir gerçeği.

Bu bağlamda sevgili Ramazan kardeşime bir öneride bulunmak istiyorum. Aramızdan ayrılan arkadaşlarımızın ve bundan sonra da (Allah çok geçinden versin) muhtemelen ayrılacak olanların birer fotoğraflarını “Aramızdan Ayrılan Kardeşlerimiz” butonu altında paylaşalım diyorum. Anıları önünde sevgi ve saygıyla eğilip, onları kalplerimizde yaşatalım.

Hepinizi çok seviyor, en içten sevgilerimi sunuyor, öpüyorum. Ve şimdi de Coşkun Sabah’tan “Anılar” adlı parçayı dinlemeye karar vermiş bulunuyorum.

Şemsettin ORHAN 1968-1969 / 3.B No: 769

Yorumlar

#1 SEVİM MUTLU KORKMAZ 07-05-2015 19:22
Yüreğinize sağlık.
Anılarınızı ne güzel dillendirmişsin iz.
TEŞEKKÜRLER....
Yöneticiye raporla

Yorumlar şimdi bu giriş için kapalı

Ek bilgiler